top of page
Öne Çıkan Yazılar

Intibah'ta Kadın ve Erkek

  • Öykü Terzioğlu Özer
  • 14 Kas 2017
  • 9 dakikada okunur

* Aşağıdaki yazı 2017 yılında Varlık dergisinde yayımlanmıştır. Künyesi şöyledir: “İntibâh'ta Kadın Bedeni ve Doğayla Erkek Zihni ve Medeniyetin Karşıtlığı”. Varlık (Haziran 2007): 13-17. Yazının pdf'sine buradan ulaşılabilir.

İntibâh’ta Kadın Bedeni ve Doğayla Erkek Zihni ve Medeniyetin Karşıtlığı

Nâmık Kemal’in 1876 yılında yayımlanan romanı İntibâh bugün yaklaşık olarak on yayınevi tarafından okurlarla sunulmakta. Okur, çevrimyazısıyla ya da günümüz Türkçesine uyarlanmış şekliyle romanın metnine ulaşsa da, ön ve arka kapak, kapak resmi, sunuş gibi, bu metni çevreleyen ögeler—Gérard Genette’in önerdiği kavramdan yola çıkılarak söylenirse paratextuel (öte-metinsel) ögeler—değişiklikler göstermekte ve bir yandan okura metinle ilgili farklı mesajlar vererek onun alımlayışını belirlemekte ve şekillendirmekte, öte yandan da okurun olası beklentilerine yanıt vermektedir(1). Bu anlamda, İntibâh’ın günümüzden 131 yıl önce yayımlanan bir romanın bugün okura nasıl sunulduğu, romanın çerçevesinin nasıl çizildiği ve dolayısıyla da romanın nasıl alımlandığıyla ilgili önemli ipuçları verebilir.

İntibâh’ın okura sunuluşunda, bazı değer yargılarının ön plana çıktığı görülür. Örneğin 2002’de Şule Yayınları’ndan çıkan romanın arka kapağında, İntibâh’ın “Ali Bey adında mirasyedi bir gencin tecrübesizliğini, aşkını ve aldatılışını anlat[tığı]” belirtilir ki, romanda, Mehpeyker’in aslında Ali Bey’i aldatması söz konusu değildir; Ali Bey aldatıldığını düşünür. Öte yandan, 2004’te Eflatun Yayınevi’nden çıkan İntibâh’ın arka kapağında roman okura şöyle sunulur: “Doğru yoldan saparak bir kötü kadına kapılan ve başına gelen felaketlerin, tutkuların işlendiği aşk serüvenini anlatırken, yazarın amacı okura bir ders vermek, mutluluğu evin dışında aramanın getireceği felaketler konusunda uyarmaktır”. 2003’te Sinemis Yayınları’ndan çıkan romanın arka kapağında da benzer ifadelerin kullanıldığı görülür: “Ali Bey […] [b]abasının ölümünden sonra, […] o dönemdeki eğlence yerlerine gitmeye başlar. Bu gidiş Ali Bey’i yavaş yavaş annesinden ayırır ve Mahpeyker adında ahlaksız bir kadının ağına düşürür. […] İntibâh’ta Nâmık Kemal iyi ile kötünün mücadelesinde kendi tavrını iyiden yana koymasına rağmen, okuyacağınız bu romanı üzüntülü bir son beklemektedir”. Benzer şekilde, 2003’te Bordo Siyah Yayınları’ndan çıkan edisyonunun arka kapağında şöyle denmektedir: “Mutluluğu aile yuvasında değil ‘kötü kadın’ın aşkında arayan Ali Bey’in yol açtığı dramdan, herkesin kendi payına bir ders çıkaracağı kesindir”(2). Söz konusu sunuşlar İntibâh’ın—en azından romanla bir kitapçıda tanışan okurda—içerisinde bir iyi, bir kötü kadının, bir de özü itibariyle iyi olan ancak kötü kadının ağına düşen bir roman olduğu beklentisini yaratmakta ve okurdan bu romandan bir ders çıkarmasını talep etmektedir. Ancak İntibâh kadın ve erkek hakkında bundan çok daha fazlasını söyleyen ve bundan 131 sene önce yazılmış olsa da bugünün okurları olarak kadına bakışımızı ve ahlâh anlayışımızı sorgulamamıza da olanak tanıyan bir Tanzimat-sonrası romandır. Bu doğrultuda, bu yazıda İntibâh’ta kadın ve erkeğin kendi içlerinde ve birbirleriyle karşıtlık içerisinde nasıl konumlandırıldıkları sonusuna, romanda kadın, beden ve doğa; erkek, zihin ve medeniyet arasında kurulan eşdeğerlik vurgulanarak yanıt aranacaktır.

“Kadınlığın ‘doğaya yakınlığı’ bir iltifat olmaktan hayli uzaktır”(3): Çamlıca ve Mehpeyker

İntibâh için, genç bir erkeğin cinsel uyanışının romanı denilebilirse eğer, romanın ilk bölümde doğanın baharda uyanışının betimlenmesi, romanın esas eksenini önceler ve bir anlamda da eğretiler. Bu doğrultuda, romanın ilk bölümünün, ileride Ali Bey’in, cinsel uyanışına neden olan kadın karakterle, Mehpeyker’le tanışacağı mekân olan Çamlıca’nın bahar aylarındaki betimlemesine ayrılmış olması da tesadüfi değildir. “Son Pişmanlık”a (İntibâh) yazdığı ön sözde, romanda “Şark ve Garb’ın fikr-i kemâl ve bikr-i hayâlini izdivâc ettirme” (32) isteğini belirten Nâmık Kemal, romanının bu ilk bölümünde doğaya, Divan şiirinin üslubuna yakın bir üslup benimseyerek yaklaşır. Bahar, Divan şiirinin başat temalarındandır ve temanın işlenişi de yine gelenek tarafından belirlenmiş ve sınırlandırılmıştır: Osmanlı şiirinde ele alındığı şekliyle baharın çağrışım alanında; içki meclisleri, eğlenceler ve kırda yapılan gezintiler, gençlik, tazelik—çünkü İskender Pala’nın da belirttiği üzere, bu mevsimde “hayat ve tabiat bir diriliş içindedir” (54)—ve sevgili yer alır. Böylelikle, Nâmık Kemal İntibâh’a, Doğunun hayallerinden yola çıkarak romanın olay örgüsü ile örtüşen çok sayıda çağrışıma sahip olan bir betimlemeyle başlamış olur.

Çamlıca’da doğanın uyanışının betimlendiği bu ilk bölümde, Nâmık Kemal’in doğa ve kadın arasında benzeşim kurduğu, doğaya kadın cinsiyetini atfettiği görülür. Örneğin yazar, ilkbahar güneşini ve gökyüzünü kadın yüzüne benzetir: “O fasılda gök yüzünün letâif-i elvânı olsa olsa güneş çehreli, ziyâ saçlı bir dilberin maî gözlerinde görülebilir” (3). Yazar aynı bölümde, dolunayla kadın yüzü arasında da bir koşutluk kurar: “Eğer bedir ise etrafına bir sarı hâle dağıtır ki bizim gibi mehtâbın da bir âlem olduğunu bilenler dahi felekte ak benizli bir kız pencereden aşağı sarkmış, sorma saçlarını çehresinin etrafına dağıtmış, zeminin reng ü rengini temaşa ediyor zanneylese ta’yib olunmaz” (4). Doğa ve kadın arasında benzeşim kurulan bu bölümdeki dolunay betimlemesi, aynı zamanda bir sonraki benzeşimin, doğa ile Mehpeyker arasında kurulacak olan benzeşimin—çünkü Mehpeyker ay yüzlü demektir—bir ilk örneğini oluşturur.

Dişil Doğa ve Eril Medeniyet

İkinci bölümde anlatıcının, Divan şiirinin geleneksel bağlamını dönüştürdüğü ve Çamlıca’yı bir anlamda gününün İstanbul’una yerleştirdiği ve buraya karşı kısmen olumsuz bir tutum benimseyerek onun medeniyetin karşısında konumlandırdığı görülür. Anlatıcı, romanın ikinci bölümünde, Çamlıca gibi mekânlar konusundaki hoşnutsuzluğunu, “Seyir yerleri zevkim değildir” diyerek belli eder ancak şunu ekler: “İnsan cihan-ı medeniyetin lezâiziyle ne kadar ülfet etse yine arada sırada hâl-i evveli olan sahrâ-nişinlik meylini bütün bütün hatırdan çıkaramıyor” (8). Bu tümcede, doğanın medeniyet arasında kurulan ikili karşıtlığının yanı sıra, bunların arasında bir öncelik-sonralık ilişkisinin de kurulduğu görülür. Böylelikle, insanın kırlarda gezinmek istemesinin nedeninin de insanın bir anlamda, kente öncel olan ilksel / ilkel duruma, doğaya eğilim göstermesiyle açıklanmış olur. Bir önceki bölümde dişil olanla ilişkilendirilen doğa burada olumsuzlanmış olur.

Akıl ve Ruh Sahibi Erkek ile Arzu ve Beden Sahibi Kadın: Ali Bey’le Mehpeyker

Romanın üçüncü bölümünde, romanın ana karakteri olan Ali Bey’in sunuluş biçimi oldukça dikkate değerdir. Ali Bey bu bölümde okura, iyi “eğitim” almış, dil “bilen” ve “bilgi” konusunda takıntılı olan bir karakter olarak tanıtılır: “[Ali Bey] ondört onbeş yaşına geldikten sonra âlemde maâriften başka söyleyecek, arzu olunacak şey bulamaz olmuştu. Dünyayı unuturcasına meşgul olduğu şey var ise dersleriydi” (10). Ali Bey’in, akıl ve bilgiyle kurduğu ilişkiye dair bu bölümde yer alan bir başka ifade şöyledir: “Ağlarsa okuduğu şeylerde müşkül meseleye tesadüf edip de halledemediğinden dolayı ağlardı” (10). Bu bölümde Ali Bey, neredeyse sadece zihinden ibaret bir varlıkmış gibi betimlenir. Öte yandan Mehpeyker’in roman boyunca “tutku”larıyla betimlenmesi dikkat çekicidir, Mehpeyker’le Ali Bey arasında bu anlamda tam bir zıtlık kurulmuştur. Romanda Mehpeyker’in, Ali Bey’le ilk kez karşılaştığı andan itibaren “kendini zaptedemeyecek mertebelerde [onun] meftûnu ol[duğu]” (29), “hevesât-ı şehevânîyesinde [bir] galeyânın” ortaya çıktığı (29) belirtilir. Ayrıca, Mehpeyker’in Ali Bey’i “tarz-ı şehâvânesinde ve fakat gayet şiddetli bir derecede sevdiği” (36), “Ali Bey’e olan muhabbeti[nin] şehevanî bir histen ibaret ol[duğu]” (98) söylenir. Romanda, Mehpeyker adlı kadın karakterin “arzulayan bir özne” olduğuna işaret eden çok sayıda ancak sınırlı bir sözcük dağarından yararlanıldığı görülen örnek bulmak mümkündür. Mehpeyker ve Ali Bey’in Çamlıca’daki ilk buluşmalarında Mehpeyker’in cismanî olana eğilimiyle, Ali Bey’in ruhanî olana eğilimiyle arasındaki karşıtlığın vurgulandığı görülür: “Bu ülfette de bermûtad Mehpeyker’in meyelânı cisim gibi lezâiz-i süfliyeye Ali Bey’in incizâbı rûh gibi ezvâk-ı ulviyeye aitti” (45). Aynı bölümde, iki aşığın sarılması, “iltikâ-yı cism ü rûh” gibi birbirlerine sokuldukları da söylenir (45).

Ancak Ali Bey’in akıldan, mantıktan sıyrılarak tutkularının peşinden gitmeye başlaması da babasını kaybetmesi ve bir hayat kadını olan Mehpeyker’le Çamlıca’da tanışmasıyla çakışır. Bu yazının başında verilen bir örnekte söylendiği gibi, Ali Bey, “aile yuvası”ndan uzaklaştığı ve Mehpeyker’in büyüleyici bedenîliğine, şehvanîliğine ve cinselliğine kapıldığı ölçüde romanın başında betimlenişindeki başat öge olan zihinden, akıldan uzaklaşır. Bu durumun göstergeleri arasında Ali Bey’in işe gitmemeye ve alkol almaya başlaması yer alır. Ayrıca, romanda Ali Bey’in, Mehpeyker’le tanıştıktan sonra “bütün ihtiyârı[nın] elinden gitti[ği]” (30), “şehvetine mağlup” (89) ve “cismânî telezzüzât[ı] o rûhânî eşvâka tercih eder” olduğu (74) belirtilir. Romandan yapılan tüm alıntılarda görüldüğü üzere, burada Ali Bey ve Mehpeyker dolayımında çizilen “ruh” / “beden” karşıtlığı söz konusudur ve bu karşıtlıkta “ruh” erkek, “beden” de kadınla kolaylıkla eşleştirilebilir.

Hayvanî Kadın: Avını Pençesine Düşüren Kadın Mehpeyker

İntibâh’ta kadının cismanî olanla özdeş tutulduğunun bir diğer göstergesi de, Mehpeyker’in romanın başından sonuna kadar doğadaki diğer ögelerle birlikte hayvanlara da benzetilmesidir. Mehpeyker için romanda şöyle denir: “Bir güzeli severdi, fakat yılan bir çiçeği nasıl severse bu da öyle severdi; bir adamı nasıl sararsa o bu da öyle sarmak isterdi!..” (28). Romanın ilerleyen sayfalarında da Mehpeyker’in defalarca yılana ve ayrıca sıklıkla avını gözleyen hayvana benzetildiği görülür. Mehpeyker erkeklerin “pençesine düşüren” (82) bir kadındır; öc almak istediğinde ise, “pençesine düşen sayyâdın tenini paralamadıkça tevehhür-i hûnhâranesini teskîn edemeyen yaralı kaplanlar”a benzetilir (112) ve hatta, “kan yalamakla mütelezziz olan sibâ-i vahşete bile istikrâh verecek derecelerde bî-rahmane bir intikam”ın peşinde olduğu söylenir (150).

Tam bir femme fatale olarak resmedilen Mehpeyker, cinselliği evcilleştirilmemiş bir kadın olduğu için, romanın sonunda, hayatına bir şekilde dâhil olan tüm karakterlerin mahvına sebep olmasının da gösterdiği gibi, toplum ve medeniyet için tehlike arz eden bir kadın tipidir. Mahypeyker’in arz ettiği tehlikenin diğer çeşitli imajlar yoluyla da pekiştirildiği görülür; erkeği kucaklayışı mezarın ölüyü kucaklayışına benzetilen (28) Mehpeyker’i nitelemek için romanın pek çok yerinde “şeytan” ifadesi kullanılır. Şunu da eklemek gerekir ki, Mehpeyker bir kadın için etkin ve talepkâr olan bir kadındır. Mehpeyker ve Ali Bey’in ilk kez birlikte oldukları gecenin anlatıldığı bölümde Mehpeyker’in, cinsellikte genellikle erkeğe atfedilen etkin rolü üstlendiği görülür.

[Mehpeyker] [b]eyi bir diğer iskemleye ikât ile soydu. Sincabî hâreden bir gecelikle yine o kumaşa kaplanmış bir Feyyum kürk giydirdi. […] [P]erişanlıkta olan güzelliğini tamamiyle göstermek için sıcaktan şikâyet yollu bir kaç kelime söyleyerek belindeki kuşağını çıkardı, göğsündeki düğmelerini çözdü, geldi Bey’in yanına oturdu. Sol kolunu boynuna attı, başını omuzuna dayadı[.] (71)

Bu kadın tipinin Nâmık Kemal’in tasarladığı ideal kadın olmadığı açıktır; bunun da birincil göstergesi, romandaki anlatıcının ona karşı takındığı tavırdır. Anlatıcı, Mehpeyker’le ilgili söylediği her sözde olumsuzlayıcı sıfatlara yer verir. Bu konuya değinen Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre, “şahıslara bir türlü kendileri olmak fırsatını verme[yen]” Nâmık Kemal (ve anlatıcı), Tanpınar’ın “kitabın en canlı tipi” olarak nitelediği Mehpeyker’i sürekli yargılar ve susturur:

Bu yüzkırk sahife boyunca muharririn sesinden fazla biz behemehal olduğunun dışına çıkarılmak istenen biçare kadının itirazlarını duyarız. Sanki durmadan: ‘Fakat ben bu değilim… Ben hiç bir zaman düşündüğün insan olmadım!.. Bırakın da beni kendimi anlatayım’ der gibidir. (401)

Tanpınar, “[h]iç bir romancı[nın] [Nâmık Kemal] kadar kahramanın açıktan açığa düşmanı [olmadığını]” sözlerine ekler. Tanpınar’ın önerisini izleyerek, Mehpeyker adlı karakteri anlatıcının yorumlarının dışında, romandaki olaylar ve kendi sözleri doğrultusunda anlamaya çalışırsak Mehpeyker’in aslında Ali Bey’i seven, onun aşkını talep eden ve Ali Bey’in kanısının tersine ona sadık kalan bir kadın karakterle karşılaşırız.

Romanda olumlanan kadın tipi: Dilâşûb

Nâmık Kemal, bu talepkâr kadın karakterin karşısına, son derece edilgin ve diğerlerinin talepleri doğrultusunda yaşayan bir kadın karakteri, Dilâşûb’u konumlandırır. Yukarıda da belirtildiği gibi tehlikeli, vahşi, şeytanî ve şehvani olarak sunulan Mehpeyker’in aksine Dilâşûb, Ali Bey’in annesinin “ciğer-pâresinin hevesât-ı vicdanını hanedanı dahiline münhasır tutmak için” aldığı, roman boyunca meleğe benzetilen, kendisini, aklına bu konuda herhangi bir soru gelmeksizin erkeği için feda eden, itaatkâr bir karakterdir ve dolayısıyla da tutum ve davranışları anlatıcı tarafından sürekli olarak övülür ve onaylanır. Ahmet Hamdi Tanpınar, Mehpeyker’le karşılaştırıldığında Dilâşûb’un ne denli “silik” bir karakter olduğuna şu sözlerle işaret eder: “Hakikatte bu esir kızın hiçbir şahsiyeti yoktur. O Mehpeyker’in karşısına çıkmak için icat edilmiştir. Fuhşun karşısında temiz insan. İşte bu kadar” (403). Nâmık Kemal, paradoksal bir biçimde, “ideal” kadın olarak tasarladığı Dilâşûb’u sadece ve sadece Mehpeyker’in arz ettiği tehlikeyi vurgulamak için kurgulamış ve onu romanda “silik” bırakmıştır. Mehpeyker ve Dilâşûb arasındaki farklılık, Dilâşûn fiziksel betimlemesinin yapıldığı bölümde oldukça nettir:

Dilâşûb’un saçları sırma gibi parlak sarı, alnı saffet-i vicdanın âyine-ı in’itâfı denilecek surette duru beyaz, […] gözleri mutedil maî ve fevk-el-gaye tahrîk-i sevda edecek yolda mahmûr, çehresi âşıkâne bir soluk beyaz üzerine gül-i zîba pembeliğine mail bir renk ile müzeyyen, burnunun rengindeki saffet ile tenasübündeki letâfet açılmasına bir gün kalmış bir zambak goncesine benzer, […] Boyu bir kadına yaraşacak derecede uzun ve her erkeği meftûn eyleyecek mertebede narin olan beli on iki yaşında bir çocuğun kolu ile tamamen der-âgûş olunacak kadar inceydi. (83-84)

Romanda Ali Bey tarafından aşağılandıktan ve satıldıktan sonra bile Ahmet Bey için ağlayan, onun için dua eden ve sadece onun iyiliğini isteyen kadın olan Dilâşûb’un bedeninin de beyaz ve pastel renklerle çizilmiş, nârinliğine özellikle dikkat çekilmiş olması önemlidir. Dilâşûb’un fiziksel tasvirinde göze çarpan bir diğer öge de, arzularının bedenine içkin olmaması, bundan çok erkek fantezilerinin üzerine yansımasına olanak veren bir bedene sahip olmasıdır. Dilâşûb’un bir özne olduğu söylenemez; o, Mehpeyker’in tersine, kendisi için iyi olsun olmasın, erkeğin istek ve arzularının bir nesnesi durumundadır. Yukarıdaki betimlemede, Dilâşûb’un bedeniyle doğa arasında da ilişki kurulduğu görülür; ancak Dilâşûb tehlike arz etmez, çünkü erkeğin denetimi altındadır. Dilâşûb’un tehlikeli olarak gösterilmesi ancak Ali Bey’in onun bedeninini başka erkeklere göstermiş olduğunu düşündüğünde olur. Bu noktada Ali Bey şöyle der: “Şimdi köpeği götürmeli, […] kaç kuruş verirlerse satmalı” (129). Burada Dilâşûb ilk kez bir hayvana benzetilir; bunun nedeni ise, onun kendine ait bir cinselliğinin ve isteklerinin olduğunun düşünülmesidir. Evden atılmasına karar verilen Dilâşûb’un düşünceleri okura şöyle aktarılır: “Dilâşûb ise mesele Bey’inin sıhhatine intikal edince […] ahirete bile gitmeye bin can ile teşneydi” (129).

İntibâh’taki İkiciliğin Mantığı ve Örüntüsü

Val Plumwood, iktidar sahibinin farklılığı aşağı ve yabancı bir alan olarak yorumlayarak inşa ettiğini ve bu süreçte, “ben”e ve “öteki”ne dair özelliklerin karşıtlığına dayanan bir ikicilikler ağı kurduğunu söyleyerek (64-65) öylesine kurulmuş bir sistemde “her öğenin diğerleriyle can alıcı bağlantıları ve ortak bir yapısı vardır” der (65). İntibâh’ta da, iktidar sahibi erkeğe atfedilen akıl, zihin, medeniyet, efendilik ve öznelik durumunun karşısında, kadına ayrılan alanın, doğanın, hayvanın, köleliğin, duygunun ve bedenî olanın alanı olarak inşa edildiği ve bu alanlar arasında kuvvetli benzerlik ve karşıtlık ilişkilerinin örüldüğü görülür. Böyle bir örüntü içerisinde düşünüldüğünde kadın, erkek tarafından sürekli olarak denetim altında tutulması gereken bir varlık olarak kurgulanır. İşte Mehpeyker, bu sistem içerisinde “öteki”den “ben” olana doğru kaydığı için erkek ve erkek egemen toplum için büyük bir tehlike arz eder; bu karakterle doğrudan ya da dolaylı olarak ilişkili olan tüm karakterlerin romanın sonunda kaybetmeleri bundandır. Eğer, romanın bugünkü baskılarında belirtildiği üzere romandan çıkarılacak bir ders varsa, o da erkeğin iktidarının sürebilmesi için kadınların “ötekilik”i, bu örüntü içerisinde kendilerine ayrılan yeri sorgulamadan benimsemeleri gerektiğidir; yoksa tehlike sinyalleri çalacaktır. Roman, verdiği mesajla bugün de güncelliğini bu anlamda korumaktadır.

Kaynaklar

Gérard Genette. “Introduction to the Paratext”. Çev. Marie Maclean. New Literary History 22 (Bahar 1991): 261-271.

İskender Pala. “bahâr”. Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü. İstanbul: Kapı Yayınları, 2005.

Nâmık Kemal. İntibâh. İstanbul: Bordo Siyah Klasik Yayınlar, 2006.

Nâmık Kemal. “Önsöz”. İntibâh. İstanbul: Bordo Siyah Klasik Yayınlar, 2006.

Nâmık Kemal. İntibâh. Ankara: Akçağ Yayınları, 2005.

Val Plumwood. Feminizm ve Doğaya Hükmetmek. Çev. Başak Ertür. İstanbul: Metis Yayınları, 2004.

1 Gérard Genette’in, öte-metinle ilgili yazısı: Gérard Genette. “Introduction to the Paratext”. Çev. Marie Maclean. New Literary History 22 (Bahar 1991): 261-271.

2 Tüm vurgular bana aittir.

3 Val Plumwood. Feminizm ve Doğaya Hükmetmek. Çev. Başak Ertür. İstanbul: Metis Yayınları, 2004. s. 33.

Bình luận


Daha sonra tekrar deneyin
Yayınlanan yazıları burada göreceksiniz.
Yeni Yazılar
Etiketler
Beni Takip Edin
  • Instagram Social Icon
  • Facebook Classic
  • YouTube Social  Icon

© 2017 Öykü Terzioğlu Özer. 

bottom of page