Hatıralardaki Süheyl Ünver (1898-1986)
- M. Uğur Derman
- 3 Ara 2017
- 12 dakikada okunur
* DERMAN, M.Uğur; "Hatıralardaki Süheyl Ünver ", Lâle, S.6, Renkler Matbaası, istanbul. Aralık 1988, s. 31-38. Yazının taranmış, orijinal versiyonuna buradan ulaşılabilir.
Bu yazıyla beni ve arkadaşlarımı tezhip dersimiz esnasında tanıştıran Müzeyyen Bilgiç Hocama çok teşekkür ederim. Sınıfta yazı sesli olarak okunurken hepimiz çok duygulandık.

Merhum Dr. Süheyl Ünver (1898-1986), ömrünü Türk kültürüyle san'atına ve tarihine vakfetmiş müstesnâ bir şahsiyetti. 1920 yılında bitirdiği İstanbul Tıp Fakültesi'nden başka, tezhip, minyatür, cild gibi gelenekli san'atlarımızın öğretildiği Medresetülhattâtıyn'den 1922'de mezun olmuş, ayrıca Üsküdarlı Hoca Ali Rıza Bey'den resim tahsil etmişti. Fransa'daki dahiliye ihtisâsından sonra İstanbul Tıp Fakültesi'ne 1929'da asistanlıkla girmiş; 1933'de Tıp Tarihi Enstitüsü'nü kurarak, 1973'deki emekliliğine kadar kırk yıl, genç hekimlerimize tıp tarihi ve deontoloji (meslek ahlâkı) dersleri vermişti. 1936'dan itibaren 18 yıl minyatür hocalığıyla Devlet Güzel Sanatlar Akademisi (bugünkü Mimar Sinan Üniversitesi)'nde vazife alan Ünver'ini ilgilendiği konularda pek çok eseri ve neşriyatı vardır. Portresinin hâtıralarla çizilmeye çalışıldığı şu sahifelerde, eserlerinden de örnekler sunulmaktadır.
Hatıralardaki Süheyl Ünver (1898-1986)
M. Uğur Derman
"Adamın biri fazla âh edermiş. Kendisine:
-Niye bu kadar âh ediyorsun?.. diye sormuşlar.
-İçim o kadar âh dolu ki, bir yenisi geldi mi ötekilerden biri çıkıyor demiş.."
Süheyl Hoca'yı kaybedeli neredeyse üç yıl oluyor. Kendilerinden dinlediğim bu fıkrayı tahassürüme göre çevirerek, aynı sözü ben de tekrarlıyacağım: İçim o kadar Süheyl dolu ki...
Hoca'yla otuz yıllık yakınlığımızdan doğan bazı hâtıraları anlatmak istiyorum. Fakat merhum, bu gibi anma toplantılarının "yanma toplantısı" olmasından şiddetle kaçınırdı. Gidenlerin dâima hoş taraflarıyla, tebessüme vesile olacak hâtıralarıyla anılmasını isterdi. Onun için ben de bu anlayışa uyacağım.
Hoca mâsum doğdu, mâsum yaşadı, mâsum öldü.. Başucunda Hacı Kâmil Akdik (1861-1941) hattıyla şu beyit asılı dururdu:
"Cihan bağında en âkıl, budur makbûl-i ins ü cin
Ne sen kimseden incin, ne kimse senden incinsin."

İşte hayatı bu anlayış üzere geçmiştir. Gençliğinde Abdülaziz Mecdi Tolun (1865-1941)'dan tarîkat terbiyesi görmüş; Hoca Ali Rıza Bey (1858-1930) gibi velî tabiatlı bir san'atkârın onbeş yıl yakınında bulunmuştu. Ondan aldığı resim dersiydi ama, daha neler öğrenmemişti ki... Süheyl Bey de, hocası Ali Rıza Bey gibi "Peygamber ahlâkıyla ahlâklanınız" sözünün muhakkak en güzel numûnelerinden birisiydi.
Hayatında fenalık yapmayı bilememiş bir insandı. Onun büyükbabası mâruf hattat Şevki Efendi (1829-1887) için, arkadaşı Celî üstâdı Sami Efendi (1838-1912)’nin bir sözü vardır:
"-Şevki, istese bile elinden fena harf çıkmazdı”.. İşte Hoca da istese, gayret etse, fenalık yapamazdı... ilk tanıdığım, henüz meşrebine nüfuz edemediğim yıllarda şâhidi olduğum şu hâdise hatırımdan hiç çıkmamış ve rahmetli hakkında en evvel anlatılması icâbettiği kanaatine varmışımdır:
İstanbul Üniversitesinin Bayezid Merkez Binası’ndaki Tıp Tarihi Enstitüsünden birgün beraber çıkıyorduk. Masanın üzerini tozlu gördü ve odacıyı çağırıp sinirli bir edâ ile gözlerini açarak sordu:
— Nedir bu toz?..
Odacı boynunu büküp durdu.
— Eğer bir daha burayı böyle görürsem ne yaparım biliyor musun?..
Ben, herhalde adamın suyu ısındı; işine son vereceğini söyleyecek, diye düşündüm. Eh, ne de olsa koskoca bir Ord. Profesör.. Asistanına “Efendimiz” dedirten ordinaryüsler gördüğüm için, buna da şaşmazdım.
Hoca devamla:
— ..Ne yaparım biliyor musun?. Süpürgeyi faraşı alır, kendim temizlerim., dedi. Hayretten nutkum tutuldu. O arada bana dönerek, usulca sözünü tamamladı:
— Kardeşim, bu adamlara arasıra böyle çıkışmazsan iş yapmazlar!. Hocayı bundan daha iyi anlatacak bir hâdise düşünemiyorum..

Biraz da Ressam Ali Rıza Bey’in meşrebinden bahsetmek, Süheyl Bey ile aralarındaki rabıtayı daha iyi anlatabilmek cihetinden lüzumludur sanırım. Süheyl Bey bütün hocalarına bağlıydı; ancak bunlar arasında Ali Rıza Bey’in yeri ayrıydı kanaatindeyim. Hazin bir tecellîdir ki, ömrünün son aylan ve hastalığı da Ali Rıza Bey’e benzemiştir.
Ali Rıza Bey’e “İttihâd ü Terakki” komitesine katılması teklif edildiğinde: "Hay hay!” demiş... “Ama bir şartla: Ölmek var, öldürmek yok!” Lâkin sanmayın ki bu düşüncesi sadece insanlar için.. Birgün Haseki’ye Süheyl Bey’lere geceyatısına gitmiş. O zaman haşeraf ilâçları yok. Tahtakuruları her tarafı işgâl ediyor, binâ ahşap.. İlk gece Ali Rıza Bey rahatsız olmuş. Ertesi sabah:
— Süheyl’im, bana bu akşam için bir tas bul, içine su koy ve bir de münâsip taş oturt, getir.. demiş.
Süheylcik de -bir mânâ veremeden- hocasın dediğini yapmış. Sabahleyin ne görsün.. Ali Rıza Bey o gece topladığı tahtakurulanı -ada misâli- o taşın üstüne tecrîd etmiş. Öldürememiş ve... ‘‘Bu taşı götürüp bahçenin öbür ucuna bırak Süheyl'im, bu gece yine gelmesinler!” demiş.
1315 Hicrî yılının 27 Ramazan’ında (17 Şubat 1898) o zamanın İstanbul’u “Kadir toplarını" dinlerken, Haseki’de, Mustafa Enver Bey ile Safiye Hanım'ın bir çocukları dünyaya gelir. Doğum o kadar kolay olur ki, çocuğun adını Ahmed Sehîl koyarlar.
Rüşdiye tahsili sırasında fransızça hocaşı, derste herkese adını ve ne mânâya geldiğini sorar. Sıra Ahmed Sehîl’e gelince, isminin mânâsının “kolay” olduğunu söyler. Fransızca hocası:
— Oo.. Monsieur Facile!
deyince, “adım Fasil kalacak” diye telaşlanan genç rüşdiyeli, ismini, o zamanki yazımıza göre aynı imlâda yazılan “Süheyl”e çevirir ve bir yıldız adı olan Süheyl-i Yamânî (Yemenî) dolayısiyle, vefâtında bize:
“Ufkumuzdan gaaib oldu o Süheyl Yıldızı hayf.. dedirtecek ismi böylece alır.

Bu “Süheyl” ismiyle alâkalı bir sevimli hâtıra daha var: Eski mutasavvıflardan Sehl bin Abdullahi't-Tüsterî (815-896)'nin ismi, zaman zaman hat levhalarımızda görülür. Şefik Bey (1820-1880)’in yazdığı böyle bir levhayı, Hoca’nın gençlik yıllarında kendisine tezhib için getirmişler. Annesi görmüş ve telâşla, istifli yazıdaki Sehl'i Süheyl’e benzeterek: "—Bu bizim oğlan çıldırdı! Artık, 'Ya Hazret-i Süheyl’ diye ismine levhalar yazdırtıyor..” demiş!
On yaşındayken babacığını kaybettiği için, Ahmed Süheyl imkânsızlıklar içinde büyümüştür. Erkenden kalkar, Haseki’den çıkıp Eminönü vapur iskelesine ye Üsküdar’dan Haydarpaşa’daki Tıbbiye'ye yürüyerek, gidermiş. Belki otuz yıl evvel, yaşlı bir İstanbul Hanımefendisi bana:
— Süleymaniye’den hergün fevkalâde yakışıklı, güzel, genç bir bey geçerdi. Kafeslere doğru hiç bakmazdı ama, biz kafes arkasından hergün onun yolunu gözlerdik. Ancak yıllar sonra Süheyl Bey olduğunu öğrendim.” demişti.
Bu yürüme merakı, Hoca’nın büyün hayatı boyunca devam etmiştir. Vâsıtaya binmek istemezdi. Gideceği yerlere imkânlar elverdiğince yaya olarak ve değişik yollardan gitmeyi tercih ederdi. Yürümekten de, yazmaktan da ömrü boyunca bıkmadı. Her zaman “El iImü saydün, ve’l-kitâbetü kaydün” (=İlim bir avdır, yazmak da onu avlamaktır) düstûru üzere yaşadı. Bildiklerini ve topladıklarını esirgemeden verirdi. Esasen, Hoca’nın mizacı bir şeyi esirgemeye müsâid değildi. Şöyle derdi:
— Kardeşim; yüz sene sonra ne Süheyl var, ne Ahmed var, ne Uğur var.. Biz yapacağımızı yapalım da..
Meşrebi buydu. Hep "Peygamber ahlâkıyla ahlâklanmaktan” doğan hususlardı bunlar... Yine bu cümleden olarak; ihtisas için Paris’e giderken (1927), mürşidi Abdülaziz Mecdi Efendi'ye “Bir emriniz var mı?” diye sorduğunda, “Süheyl’im, şimdi sahip bulunduğun hüsn-i ahlâk ve edeb-i Muhammedî'yi aynen muhafaza ederek dönmeni beklerim" cevâbını aldığını ve iki yıl boyunca Paris'in sefâhatine hiç mi hiç bulaşmadan İstanbul'a avdet ettiğini kendilerinden duymuştum.
Eskiden, “her hâli ölçülü ve tertipli, kavli ve fiili (sözü ve hareketi) tutarlı” 'kimseler için kullanılan bir "rabıtalı adam" tâbirimiz vardı, işte Hoca da bu anlayışın son temsilcilerindendi. Hayatında denize girip girmediğini bir vesileyle sorduğumda şu samîmî cevâbı almıştım: "Bir tarihte niyet ettim. Lâkin plaj kıyafetiyle aynada kendime baktığımda, görünüşüm hoşuma gitmedi, rahatsız oldum. Eh, benim hoşuma gitmeyen manzara, hele başkalarının hiç hoşuna gitmez, diye düşündüm. Giyimli kalmayı tercih ettim azîzim!"

Etrafını devamlı teşvik ederdi. Talebesi bir resim, bir tezhib mi yapmış... “Ben de bu kadar yapabilirdim” dercesine şevk vermek için onun eserini de “Süheyl” ismiyle imzalamak ister, iltifatını esirgemezdi. 1961 Martında Hattat Mâcid Bey (1890-1961)’in vefatı dolayısiyle bir makale yazmamı teklif etti. Hat san'atına dâir, bu benim ilk neşriyatım olacaktı. Çekingenlikle, yazmak istemedim. Hoca ısrar etti, sonunda yazdığımı götürüp kendilerine verdim.. Ertesi gün, üniversite bahçesindeki o geniş yolda beni gördü. Karşıdan, kucaklar gibi ellerini açarak gelip dedi ki:
— Kardeşim, merhumu bir anlatmışsın ki, hani benim için de böyle yazar mısın diye ölesim geldi..
İşte bu ve bunun gibi teşvikler sâyesinde, daha sonra da elime kalem alabildiğimi —kendime bir pâye çıkarmadan— belirtmeliyim. Hoca muntazam ve râbıtalı bir insandı. Annesinden âdeta “bilgisayarlı” doğmuştu. Farâzâ, yıllar sonrası bir gün için, filân yerde bulunmak hususunda bir karara varsanız, her yıl yenileyeceği takvimli defterinde o güne atıfta bulunarak —zihnini meşgul etmeden— kararlaştırılan günde karşınızda olurdu. Hayatta hoşlanmadığı, siyâsetti. Siyâsi zevâttan vebâlı görmüş gibi kaçardı!
Seyahatlerinde pratik ve rahat hareket ederdi. Meselâ, yanına terlik almaz, giydiği mokasen ayakkabılara Bektaşî'nin suya karşı “Rakı ol ya mubârek!" sözüne telmîhan: “Terlik ol yâ mubârek!” der, arkalarına basınca onlar da hemen terlik olurdu!. Sakal traşı için yanında öyle traş sabunu, fırça falan taşımaz, bildiğimiz el sabununu yüzüne sürer, jiletle traşını olur.. Ama, boya takımı yanındadır, not defterleri yanındadır, fotoğraf makinesi yanındadır; onlarsız çıkmazdı. Düğmelerinin olur olmaz bir azizliğine karşı, dikiş iğnesi ve birkaç renk iplik de cüzdanında bulundururdu, tıpkı Hoca Ali Rıza Bey gibi! Seyahatlerde gittiğimiz yerlerde, kendi tâbiriyle, güneşi dâima Hoca doğurturdu! Zamandan istifâde etmenin yanısıra, tenhâ saatlerde daha rahat çalışabilmek için güneşten önce yola çıkardı!
Hoca, hâliyle, kaaliyle İstanbulluydu. Bir hâdise karşısında takınacağı örnek tavrı “Anamız bizi İstanbullu doğurmuş” sözüyle belirtirdi. Şimdi çok kimse hakkında “İstanbul Efendisi” deniyor ve bu sözü, bilir-bilmez herkes kullanıyor. Ben Hoca'yı onlardan ayırdedebilmek için, ona “Has İstanbullu” demek istiyorum.. Neydi "Has İstanbulluluk?
İstanbul içinde beraber dolaştığımız vakit, bilhassa pitoreskini muhafaza eden semtlerde, meselâ yolda gördüğü —fakat tanımadığı— yaşlı zevata selâm verir; bâzan onların anlayacağı gibi “vakî-i şerifiniz hayrolsun” der; bazen. sağ elini göğsüne koyar ve bana:
— Niye böyle yaptım biliyor musun? Dikkat ettin mi, ağzı kımıldıyordu. Birşey okuyordu o. Belki hatim sürüyordu, belki bir virdi vardı. Eğer ben ona selâm versem; o da bana selâmla cevap verecekti ve ben onun virdini bozmuş olacaktım.. Bakın nelere dikkat ediliyor...
Dâima mutebessim yürümek, çatık kaşlı görünmemek.. Meselâ yolda simit yerken, (herkese bir tane-ikram edilemeyeceğine göre) bütününü elde tutup da alamayacak olanların istinasını celbetmemek ipin, cebinde bölerek ağzına öyle götürmek... İstanbulluluk icâbı bunlar...
Tuvalette el yıkandıktan sonra, “İslâmî” olmaktan ziyâde "İstanbulî şart”ı yerine getirmek için, "üç avuç suyu” musluğun üstüne dökmek.. Niçin?. Ondan sonra, gelen, şarta riâyet edilmiş hâlde musluğu temiz bulsun!. Bunlar hep “şehrî” olmanın gereği ama, bugün artık elini yıkamadan tuvaletten çıkan kimselerin çoğaldığı bir toplulukta fantezi gibi görülebilir!

1957 yılında, İstanbul'daki imar ye buna bağlı istimlâk hareketleri sırasında, iki semt arasındaki irtifa farkını azaltmak için Aksaray yükseltilmeye, Bayezid ise kazılıp alçaltılmaya, bunları bağlayan Ordu Caddesi de Koska’dan aşağı doğru doldurulmaya başlandı. Yol üstündeki Koca Ragıp Paşa Kütüphanesi, Aksaray Valide Camii gibi târihî binaların bugün çukurda, Bayezid Hamamı’nın ise yüksekte kalış sebebi budur. İşte o günlerde birgün yolda giderken; bana:
— Artık Aksaray da kalmıyor, ‘ Aksarayiılık” da... dedi.
— Aksaray'ın kalmadığını anladım da, “Aksarayiılık” niçin kalmıyor? diye sordum.
— Bak... dedi. Eskiden, yolda giderken yere bakan adama ‘'Aksaray'ı mısın?” derlerdi..
Ben büsbütün şaşırdım.
— Çünkü, dedi, Aksaray’dan iş icâbı umûmiyetle Bayezid tarafına gidilir. Sabahları yokuş yukarı bu istikamete giderken güneşle karşılaşırsın. Onun için yere bakmak mecburiyeti vardır.. Akşam Bayezid tarafından Aksaray’a evine dönerken yine güneşle karşılaşır ve yine yere bakarsın. O sebeple, yere bakarak yürüyene “Aksaraylı mısın?” derier.. dedi.

Süheyl Hoca, bütün insanlara olduğu gibi, talebesine de çok yakındı. Dersten çıkıp merdivenleri inerken, yanına belki ilk defa yaklaşıp sual soran bir talebesinin koluna girerdi. Odalarına salâvatla girilen o devrin eski hocalarına karşı, Süheyl Hoca’nın bu hâli talebede nasıl bir sevgi ve yakınlık uyandırırdı! Bütün ısrarlara rağmen, derslerine yoklama ve imtihan sistemini getirmemişti:
— Talebe severek gelsin. Ben ona imtihan korkusu getirirsem, severek değil, not hatırı için öğrenir, hattâ öğrenmez bile.. Zorla gelir ve içinden kimbilir ne söyler. Ama ben onu iyi hareketimle derse getiriyorum, derdi. Nitekim dersleri çok kalabalık geçerdi. Hatâyı hiç yüze vurmazdı. Amerika’da kaldığı bir yılın sonunda (Ekim 1959), memlekete “canlı cenaze” gibi döndü. Ailesi yanında olmasına rağmen, “sıla hastalığı” onu son derece rahatsız etmişti. Ben kendilerini orada mektupsuz bırakmamaya gayret ettim. Sık mektuplaşırdık. Eski yazıda henüz üç-beş yıllık müptedî olduğumdan, zaman zaman imlâ hatâlarım bulunurdu. Meselâ “ha” yerine ‘' hı”, veya “ze” yerine “zı” koymuş olabilirdim. Hatâlarım çıktığında; mektubunun içine, münâsebeti olmayan, fakat birtakım kelimelerin zorâki de olsa biraraya getirildiği bir cümle koyardı. Şaşardım, bu nedir diye.. İkinci, üçüncü defasında anladım. Benim yanlış yazdığım kelimeleri bir cümlenin içinde toplayıp, cümle mânâsız da olsa, doğru imlâsıyla bana yazıyormuş. İhtar etmeden!..
O sık mektuplaşmanın mükâfatı olarak; Amerika’dan döndükten sonra:
— Senin de birgün mektuba ihtiyacın olur. Ben de o zaman seni mektupsuz bırakmayacağım, dedi. Diyarbakır’a askere gittiğim vakit (1961-62), bu defa çeşniyi değiştirerek ve mektup şeklinden de çıkartarak, birbirimize onaltışar sayfalık defter tarzında mektup göndermeye başladık. Kendi hazırlayıp diktiği defterler gibisini yapmak benim gücümün dışındaydı ama, aynı-hacimde cevap vermek mecburiyetinde kalırdım. O mektuplarda da, bir defterin içinde bâzân yedi-sekize kadar çıkan hatâm olurdu. Bakardım, mektubun içine dâhil etmeden, ayrı bir kâğıda kurşunkalemle, silik olarak, yanlış imlâm ve karşısında düzeltilmişini yazmış, işte bunlar hep “İstanbulluluk” icâbıydı.

— Bana “çok dağıldı” diyorlar. Bir kere, ben meşrebim itibâriyle, aynı mevzuda fazla derine inmektense, değişik şeylerle imkânım nisbetinde meşgûl olmayı tercih ederim. İkincisi: Öyle bir devirde geldim ki... Çocukluk yıllarımda, Cemil Paşa’nın şehreminliği zamanında Aksaray yolu açılırken, Divanyolu’ndan Aksaray’a kadar yokedilen eserleri görmek ve birşey yapamamak beni kahretmişti. Cumhuriyet'ten sonra da İstanbul yeni bir şekle girmeye başladığı zaman (1925), giden âbideler karşısında ne yapabileceğimi düşündüm. Hemen 4,5x6’lık bir fotoğraf makinesi aldım ve devamlı olarak, yıkılması beklenen yerleri tesbîte başladım.. İşte bu, beni, yokolabileceği düşüncesiyle, bütün kültür ve san’at mevzûlarını toplamaya şevketti..
Bu şekilde, “Yedi Tepeden” ismi altında, şimdi artık bulunmayan İstanbul’u gösteren pek çok eserin, âbidenin hiç olmazsa fotoğrafları Hoca tarafından tesbit edilmiş ve izahlı olarak, bugün Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki arşivinde yerini almıştır. 1955-1957 arası yapılan istimlâklerde de Hoca son derece huzursuz, elinde fotoğraf makinesi, suluboyası-fırçası, oradan oraya koşardı. Nerede bir âbide yıkılıyor, onu tesbit edebilmek için.. Çünkü Hoca’nın elindeki silâhı oydu, yapabileceği başka birşey yoktu. Hattâ bütün prensiplerini bir kenara bırakıp, devrin siyâsileriyle bile bir defa görüşmüş, “yapmayın, etmeyin; İstanbul’u mahvetmeyin” demişti ama, mâni olamadı.
Hoca, dış seyahatlerinde de ne keyfi için dolaşır, ne vitrinlere bakar.. Kütüphaneye gider ve Osmanlı yazmalarını arardı, notlar alırdı. Amerika’dayken, kütüphanede bir kitabı açar açmaz karşısına çıkan bir beyti, o hasret, o dâüssıla içinde duyduğu ferahlığı belirtmek cihetinden bana hemen mektubuyla bildirmişti: Mâlûmdur; peygamberler içinde "ölüyü diriltmek” hassası sadece Hazret-i îsâ'ya verilmiştir. Hoca da en çok "Îsevî”lerin bulunduğu bir memlekette, Amerika'da gördüğü bir Türkçe yazma kitabı açar açmaz, karşısına —hatırladığım kadarıyla— şu beyit çıkıyor:
“Merhaba!. Hoşgeldiniz.. özlerdi bu can sîzleri,
Kıldın ihya, Hazret-i îsâ misâli bizleri.’’
Süheyl Bey, o sıkıntısı içinde bundan ne kadar duygulanmıştı kimbilir? Bunu alelacele yazmak lüzumunu hissetmişti. Bizler onun yanına varamıyorduk; ama onun hayâlhânesinde hep, bir yıl için dostlarıyla birlikte oturacağı bir mahalle kurabilmek vardı Amerika’da..
Süheyl Hoca bir eser yazma veya konferans verme hazırlığına girdiği günlerde bütün duygularıyla o mevzûu yaşamaya başlar, gelenlere hep o bahsi açar, başka şeyleri âdeta duymayarak “hı, hı”yla geçiştirirdi. Kendisinden duyduğum bir vâkıâyı yazmamın tam yeridir: Saltanat devrinde bir vaız efendi, vaazını bitirip elini açarak duaya başlayınca henüz karşılaştığı bir musîbetin tekerrüründen koruması niyâzını da muhakkak sözlerinin bir yerine sıkıştırır ve cemâat de o gün olan biteni, duanın gidişinden anlarlarmış. Meselâ, "..yolda giderken atlı tramvayın atlarının hışmından halâs eyle Yarabbî”, veya ''..kayıkla Üsküdar’dan gelirken Şirket (eski devirdeki Şirket-i Hayriye) vapurlarının sadmesinden
hıfzeyle Allahım” misillû bir duâda bulunursa, vâız efendinin yakında böyle bir hâle mâruz kaldığı anlaşılırmış. Bunun gibi, Hoca'nın da o günkü konuşma çeşnisinden neyle uğraştığı belli olur ve sözler ekseriya o çerçevede kalırdı. Bu "hı, hı” ile geçiştirmeleri, ben önceleri garipserdim. Baktım ki, Hoca evinde de aynı hâl üzere; hattâ refikası, "Süheyl, seri yine beni dinlemiyorsun!” diyor... O zaman bunun Hoca için tabiî bir şey sayıldığını anladım. Böyle “dahilî” bir tatlı serzenişe muhatap olduğu bir gün de, şu eski İstanbul fıkrasını nakletmişti:
— Evin efendisinin fesinin sağ yanıyla, pantolon dizlerinin havı en önce dökülür ve eskirmiş. Sebebini sormuşlar. “Sabah evden çıkarken hanımım isteklerini söyler, ben de elimi fesime değdirip selâm vererek “başüstüne” demek isterim.. Ne yapayım ki, unuturum. Akşam eve dönüp de hanım hatırlatınca, “Hay Allah, oldu mu şimdi?’’ diye hayıflanarak ellerimi dizlerime vurmaya başlarım. İşte bu yüzden eskirler!.” cevabını vermiş.

Hâdiselere alabildiğine hoşgörüyle ve şefkatle bakmak Hoca’nın şiarıydı. Üniversite'nin Bayezid Merkez Binası’ndaki Tıp Tarihi Enstitüsü’nden bir akşam üzeri çıktığında, dolmuşa binip Karaköy’e inecek.. Olanları bana ertesi günkü konuşmamızda anlattı:
— Dün akşam barut gibi bir şoföre çattım ki... dedi ve tamamladı. Dolmuş ücretini verirken “buyur evlâdım” dedim. Birden “ben senin evlâdın değilim'’ diye parladı.. “Kızma babacığım” dedim. Hışımla, “baban da değilim” dedi.. “Pekâlâ; evlâdımla babam arasında ne olman gerekiyorsa öyle ol!” dedim. Neyse, bu sözle herifi güldürdük yahu..
Ben İstanbul’un köşesini bucağını Hoca’yla tanıdım. Bâzan, bir toplantıda önüme eski yazıyla bir not yollar. Meselâ: “Ben yarın Paşabahçesi’nde (ismin doğrusu bu olduğu için böyle kullanırdı) dolaşacağım. Sonra Emirgân’da Fuad Şemsi Bey’e (1886-1974) uğrayacağım. Müsâidsen, buluşup beraber gidelim." Yâhud: “Ayşe Sultan (1887-1960)’ın vefatı dolayısiyle Müşfika Kadınefendi (1872-1961)’ye tâziyet için gidelim mi?” gibilerden... Ben bu çeşit ziyaretlerde nereleri görmedim, kimleri tanımadım ki...
Birgün karşılaştığımızda dedi ki:
— Hacı Ömer (Sabancı) Ağa mı zengin, ben mi? Tabiî sen “Ömer Ağa” diyeceksin ama, bak dinle. Dün akşam bir dâvette karşılaştık. O, hastalıkları ve diyabeti dolayısiyle birşey yiyemedi. Ben, canım ne istediyse onu yedim. Şimdi sana tekrar soruyorum.. O mu zengin, ben mi?.

İbnülemin Mahmud Kemâl Bey (1870-1957)’in tevbîhinden herkes gibi Hoca da çekinirdi, İbnülemin’in bir rahatsızlığında Hoca onu ziyarete gidememiş. Sonra üniversite bahçesinde, karşılaşmışlar ve Hazret, Hoca’ya çıkışmış:
— Hastalığımda neredeydin?.
Hoca bir an şaşırmış. Ama sonunda gerçeği aksettirmiş:
— Efendim, üstadım.. Ben sizi o kadar çok seviyorum ki, hasta olarak görmeye tahammül edemezdim, onun için gelmedim., demiş..
Yine tebessüme vesile olacak bir hâtırayla yazımı bağlayayım: Eczacılıkla iştigâl ettiğim yıllarda, Hoca’ya, gerektikçe asitboriğini ve kolonyasını götürürdüm. Bugün pek moda olan "deodorant"ları kimsenin bilmediği devirde Hoca, ter kokusunu asit borikle giderirdi. Yine o sıralarda kolonya için küçük plâstik şişeler yeni çıkmıştı. Hoca cam şişe kullanıyordu. Cebinde ağırlık yapmasın diye, her zaman tercih ettiği çam kolonyasını ben plâstik şişeye koyup götürdüm... Bir müddet sonra kendisini ziyarete gittiğimde, yüzüme mûzipçe bakarak:
— Allah senin müstahakkını versin, bana bir iş ettin ki! dedi ve sonra hâdiseyi anlattı: Hoca; Profesörler Kurulu'na daima defterleriyle gider, oradaki dedikoduyla meşgûl olmaz, rey iktizâ ettiğinde parmağını kaldırır ve yine işiyle uğraşırdı. Her zaman sağ dış ceket cebinde duran plâstik şişe ya patlamış veya kapağı açılmış, tamamen boşalarak cebinin içinden pantolonuna, dizlerine kadar yayılmış.. Durumu farkedince, masaya büsbütün sokulmuş.. Toplantı bitmiş, herkes çıkıyor, fakat Hoca oturuyor! “Çıkmayacak mısınız efendim?’’ diyenleri “birazdan çıkacağım” sözüyle geçiştiriyor.. Nihâyet, önünün ıslak tarafını duvara döndürerek, güç belâ aşağı kattaki Tıp Tarihi Enstitüsü’ne iniyor..
— Yahu, sen bana da lâf getireceksin! dedi.
Zira, o günlerde (1965-66) İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi daha ikiye ayrılmamıştı ve bir hayli yaşlı hoca mevcuttu. Gerçi Süheyl Hoca altmışlı yaşlarındaydı ama, Fakülte’de seksenine merdiven dayamış olanlar vardı. Bu yüzden: “Altını tutamıyanlar hâlâ hocalık edeceğiz diye uğraşıyorlar.." şeklinde sözler dolaşırdı. Süheyl Hoca:
— Sen beni de onlardan mı edeceksin?. devince, cevâbı yapıştırdım:
— Sizin gibi böyle “çam rayihalı” tebevvül edenlere birşey diyemezler!
Gülerek dedi ki:
_
—Sen kardeşim, bana yine bildiğim cam şişeden getir...

...Sonuna geldiğimiz şu yazıyı okuyanların çehresinde bir huzurlu ifâde kaldıysa,
Hoca’nın hâtırası da bundan huzur duyacaktır, emin olunuz.
* Süheyl Hoca’nın vefatına "Tarih”
Mârifette ün veren; kâmil, zarif üstâd idi
Gitti, irfan âlemi duydu, gönülden sızı, hayf!
"Hap" gelir cevherle târih, fevt için tıp pîrine:
Ufkumuzdan gaaib oldu o Süheyl yıldızı, hayf!
(1396 + 10 "Hap"=1406 H.)
M.Uğur Derman
#SüheylÜnver #uğurderman #Türkkültürü #MedresetülHattatin #ÜsküdarlıHocaAliRızaBey #DevletGüzelSanatlarAkademisi #HacıKâmilAkdik #AbdülazizMecdiTolun #HocaAliRızaBey #hattatŞevkiEfendi #SamiEfendi #RessamAliRızaBey #İttihatveTerakki #minyatür #tezhip #hatsanatı #hüsnihat #hüsnühat #gelenekselsanatlar #gelenekseltürksanatları #HattatMâcidBey #İstanbulluluk #İstanbulbeyefendisi #Aksaray #mektuplaşma #edep #ahlak #YediTepeden #İstanbul #HacıÖmerSabancı #İbnüleminMahmudKemâlBey #kolonya #İstanbulÜniversitesi #TıpTarihiEnstitüsü
Comments